PROF. DR. TÜRE: EKOLOJİK VATANDAŞLIK BİLİNCİ OLUŞTURALIM

Eskişehir Teknik Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Ekoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Cengiz Türe, Kanal 26’da yayınlanan “Bilim Saati” programında Eskişehir Teknik Üniversitesi Dr. Öğr. Üyesi Halil Gamsızkan’ın konuğu oldu. İklim değişikliği ve küresel ısınma temaları çerçevesinde düzenlenen programda Prof. Dr. Türe konuya ilişkin açıklamalarda bulundu.:
“Daha önceden ‘küresel ısınma’ gündemdeydi ama küresel ısınma, şu anda iklim değişikliğinin nedeni olarak karşımıza çıkıyor”
Küresel ısınma dediğimiz olay, ilk önce iklim değişikliğini tetikleyen ve onun gerçekleşmesini sağlayan en önemli faktörlerden bir tanesi. Ancak iklim değişikliğinin öncesi, küresel ısınmayı da ortaya çıkaran pek çok faktör var. Bu faktörlerin başında genellikle bizim fosil kaynaklı yakıt; petrol, kömür, doğalgaz gibi akaryakıt cinsinden kullandığımız tüm enerji kaynaklarının yanması sonucu açığa çıkan sera gazlarının atmosferimizde birikerek güneş ışınlarının geri yansımasını engellediği için iklimde bir ısınma meydana getirerek atmosferde ısı dengesini bozan bir olayla karşı karşıyayız. Daha önceden ‘küresel ısınma’ gündemdeydi ama küresel ısınma, şu anda iklim değişikliğinin nedeni olarak karşımıza çıkıyor. Bunun sonucunda ortaya iklim dengesizlikleri çıkmaya başladı. İçerisinde kendine özgü ısı ve yağış değerleri ile birlikte var olan mevsimler de gezegenimiz üzerindeki coğrafi konumlarına bağlı olarak kutuplara göre değişiyor. İklim değişikliğini; bugüne kadar ortalama olarak beklenen yağışın, hava sıcaklıklarının ve bunlara bağlı olarak aşırı iklim olayları sayısının artması olarak tanımlıyoruz ama sebebi küresel ısınma.
“Küresel Isınma Dünyamızın Isınmasından Çok Daha Fazlası”
Küresel ısınma, “Sadece dünyamızın ısınması” anlamına geliyor ancak meydana getirdiği iklim olayları sadece sıcaklık artışı şeklinde değil; aşırı soğumalar, yağış miktarının ani olarak yükselmesi ve uzun süreli kuraklık periyotlarının yaşanması gibi beklediğimiz iklimsel ritmin karşımıza çıkmaması ve beklendiği zaman da iklimsel olarak göreceğimiz yağış oranlarını, sıcaklık değerlerini bulamamamız anlamlarına geliyor. Gezegende tüm canlıların ve insanların alışageldikleri mevsimin belli dönemlerdeki ritmine ve düzenine uygun yaşıyoruz. Bütün canlılar buna uyum gösteriyor. Örneğin hava sıcaklıklarına ve yağışlara bağlı olarak bitkiler çiçeklerini açıyorlar, meyvelerini oluşturuyorlar. Sonbahara geliyoruz yapraklarını döküyorlar. İnsanlar yaşamlarını, kentlerini, işlerini ve pek çok olayını iklimin ritmine bağlı olarak gerçekleştiriyorlar. Yaşadığımız iklim değişikliği olayı, küresel ısınmanın öne çıkmasıyla başladı. Ardından iklim değişikliği oldu ama şimdi iklim değişikliği de çok yeterli olmuyor, buna iklim krizi demek gerekiyor ve bu kriz ve şu anda artma eğiliminde. Bu toplantıların, konuşmaların, araştırmaların en büyük nedeni bunu en azından şu anda daha fazla ilerlemeden yerinde tutabilmek ve daha sonra da etkisini azaltmak için bir yol haritası belirlemek üzerine odaklanmak”
“İklim değişikliği ekonomik, sosyal ve ekolojik olayların yaşanmasına neden oluyor”
Prof. Dr. Cengiz Türe iklim değişikliğinin etkilerinden şu şekilde bahsetti:
“Barınma ve ısınma başta olmak üzere her şeyde iklime çok bağımlıyız. Sabahları işe giderken üstümüze ne giyeceğimizi camı açıp havanın durumuna bakarak belirliyoruz. Günlük yaşamımız açısından böyle bir etkisi söz konusu. İklim ihtiyaçlarımızı, barınaklarımızı, kentlerimizi etkilemesinin dışında temel ihtiyacımız olan su ve gıda gibi bitkisel ve hayvansal bir kütleye dayandığı için de tarım gibi faaliyetlerin gelişimlerini ve bizler için besin haline dönüşme aşamalarında çok önemli bir yer tutuyor. Bunların değişimleri de bu açıdan bizlere riskler yaratıyor. İklimin değişimi hem kentlerde hem tarım alanlarında etkili. Bunların tümü bir araya geldiği zaman iklim değişikliği direkt ya da indirekt (dolaylı) olarak insan yaşamında ve gezegenin ekosisteminde ekonomik, sosyal ve ekolojik olarak olaylar yaşanmasına neden oluyor”
“Karbonhidratı 2030’da %50 oranında azaltmayı, 2050 yılında ise sıfırlamayı hedefliyorlar”
Kyoto Sözleşmesi’nden, Paris İklim Anlaşması’ndan ve Yeşil Mutabakat ’tan da bahseden Türe:
“Meşhur bir Kyoto Sözleşmesi var. Bu küresel ısınma ile mücadele olarak ön plana çıktı. Sonra iklim değişikliği ile mücadele boyutunu almaya başladı. Bu sürece katkı sağlamak üzere bazı ülkeler imza koydular, bazıları koymadılar. Sonradan bazı ülkelere konumları ve gelişmişlik düzeylerine bağlı olarak değişik statüler sağlandı. Türkiye, Kyoto Sözleşmesi’nde kendisini farklı bir grupta desteklenmesi ve gelişmesi gereken bir liste içerisinde kendini konumlandırmak kaydıyla bu süreç içerisine katkı sağladı ama geçen senelerde Paris İklim Anlaşması’nı imzaladık. Bu anlaşma sonucunda bu süreçlerle mücadele konusunda Avrupa Birliği devletleri başı çekti ve bu nedenle mücadeleyi kendi ülkelerinde gerçekleştirmeyi amaçladılar. AB Devletleri bu süreçte özellikle yoğun ithalat-ihracat ilişkisinde bulunduğu ülkelerin üretimlerini, birim ürün başına karbon salımının düşürülmesi ve azaltılmasına yönelik bir politika dâhilinde belli sınırlamalar getirerek bu sürece dâhil etti. 2021 yılında Cumhurbaşkanlığı ve Sanayi Bakanlığı’nın önderliğinde ‘Yeşil Mutabakat Eylem Planı’ oluşturuldu. Dolayısıyla tüm sektörleri kapsayan bu eylem planı çerçevesinde ilk önce daha çok ithalat ve ihracat ilişkisi içerisinde olduğumuz Avrupa Birliği ile ilgili birtakım yaptırımları gündeme getirmeye başladı. O yüzden bundan sonra Avrupa Birliği ile ticaretimizin gelişmesi, oraya olan ihracatımızın zarar görmemesi için bizim Avrupa Birliği'nin öngördüğü düzeyde karbon salımı gerçekleştirerek üretim yapacak düzeyde ürünlere, yönelimlere, bir yeşil mutabakat, yeşil dönüşüm ve yeşil kalkınma dediğimiz sürece entegre olmaya ihtiyacımız var. Aslında bu, ülkemiz tarafından iklim değişikliğinin etkilerini azaltmaya yönelik önlemleri içeriyor. Bunu, ekonomik ve sosyal olarak sürece adapte olmamızı sağlayan ve daha fazla zarar görmememiz için bizleri bu sürece dâhil eden bir mutabakat olarak da adlandırabiliriz. Burada mutabakat deyince ülkelerin ya da toplulukların karşılıklı olarak bir konuda anlaşması anlamında bir şey var ama ilginçtir ki, Avrupa Birliği tek taraflı bir mutabakat ortaya çıkartmış durumda. “Bana bir şey satacaksan yahut ülkenden bir şey almamı istiyorsan benim istediğim standartlarda üretim yaparak sera gazlarının salımını ve her ürün içerisindeki birim karbon salımını minimize eden bir üretim yapısına geçmelisin. Diğer alanlarda olduğu gibi bu konuda da rekabetçi olmalısın. Yoksa “Ben sana sınırda karbon vergisi uygulayacağım ya da sen benim istediğim standartlarda ürünün içerisindeki karbon oranını azaltarak bu süreci gerçekleştireceksin” kozunu kullanarak ‘döngüsel ekonomi’ ya da diğer bir deyişle ‘düşük karbon ekonomisi’ dediğimiz bir sürece bizi ve ticari ilişkiler yürüttüğü diğer ülkeleri üretim süreçlerinde yönlendirmeye ve hatta bir miktar ekonomik sınırlar getirerek de tetikleyici olmaya çalışıyor diyebiliriz. Avrupa Yeşil Mutabakatının temel ilkesi bu. AB, tam rekabet, adil rekabet şartlarını sağlamaya çalışıyor ve bunu yaparken de çevresel tehlikeyi ve iklim değişikliği risklerini azaltmış oluyor. Bu nedenle de 2030 yılında karbonhidratı %50 oranında azaltmayı, 2050 yılında ise sıfırlamayı hedefliyorlar. Bu süreç içerisine dünyadaki diğer ülkeleri katmazsanız kendi başınıza iklim krizi konusunda aldığınız önlemlerin bir kıtanın ya da bir ülkenin yaptıkları ile sınırlı olması mümkün değil”
“Aşırı Sıcak Havaların Olduğu Dönemler Suya Olan İhtiyacımızı Arttırıyor”
Dünyadaki enerji tüketiminin %80’inin kentler tarafından gerçekleştirildiğini altını çizen Prof. Dr. Türe, iklim değişikliği ve kentler ilişkisi ile ilgili olarak şu ifadeleri kullandı:
“Sera gazı salımı ve neticesinde iklim değişikliğini tetikleyen yerler, kentlerdir. Dünyadaki toplam enerji tüketiminin %80’i kentlerde gerçekleşiyor ve dolayısıyla kentler aslında sosyal bir metabolizma. İçlerinde üretim tesisleri var, pek çok yatırım olayları gerçekleşiyor. Örneğin bir altyapı oluşturmak ya da fiziki çevre oluşturmak için inşaat sektörüne ihtiyacımız var. İçinde demir çelik, çimento, sanayi gibi yüksek enerji gerektiren sektörleri barındırması nedeniyle önemli oranda karbon salımının gerçekleştiği sektörlerden bir tanesi yapı sektörü. Doğanın karbon ayak izi kendi içinde küçük ama insanlara devredilmesiyle daha büyük karbon ayak izi üretiyoruz. “Karbon ayak izi üretmek” bizim sera gazlarının miktarını ifade etmek için kullandığımız bir terminoloji. Bu sera gazlarının salımı gerçekleşirken küresel ısınmaya ve aynı zamanda iklim değişikliğine de sebep oluyor. İklim değişikliği sebebiyle en fazla zarar gören yerler ise yine kentler oluyor. Kent planlamaları normal iklim koşullarına göre yapıldığı için iklim krizi ile ortaya çıkan aşırı meteorolojik olaylar ile kentler artık tolere edilemez hale geldi. Öyle ki yeni koşullarda bir ayda yağması gereken yağmurun bazen bir yarım günde yağdığını görüyoruz ya da 30 gün yağışsız bir dönem yaşayabiliyoruz. Dolayısıyla su kaynaklarının israf edilmemesi gerekiyor. Aşırı sıcak havaların olduğu dönemlerin artması, suya olan ihtiyacımızı da arttırıyor. Kentlerde su rezervlerinin bu olaya hazırlıklı olmamasıyla beraber toplumun suyu kullanma kültürü açısından da kıt bir kaynağa bağlı olduklarını düşünmemesi nedeniyle sorunlar yaşıyoruz. Kentleri sosyo-ekonomik yapılar açısından dirençli hale getirirken ekolojik, mekanik, mimari ve şehir planlaması açısından da dirençli hale getirmek gerekiyor”
“Pandeminin dayandığı nokta; kentlerin doğal alanlara ulaşması.”
Prof. Dr. Türe, kentleşmenin doğal alana dayanması ve iklim değişikliğine etkileri ile ilgili olarak ise şu ifadeleri kullandı:
“Kentlerin iklim değişikliğine olan etkisini azaltmamız gerekiyor. Başta, var olan enerjiyi verimli kullanma, ikincisi var olan enerjiyi tasarruflu kullanma, üçüncüsü var olan enerjimiz içerisindeki yenilenebilir enerji kaynakları. Bunların coğrafi bölgelere ve kentlerin ekonomilerine ve konumlarına göre değişik şekilde kullanılması, üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmemiz, atık üretiminde atıkların geri dönüştürülmesi konusunda yeterli bir bilince sahip olmamız gerekiyor. Örneğin vatandaş olarak olabildiğince toplu taşıma kullanma alışkanlığının yaygınlaştırılması, daha az yakıt kullanım açısından evlerimizin izolasyonlarının yapılması, su tüketimimizin, enerji tüketiminin aşırılaşmaması gibi tedbirler almalıyız. Enerji kısıtlaması uygulanan ortamlarda nasıl davranılması gerektiği konusunda farkındalıkların arttırılması gerekiyor. Çünkü enerji ve su gibi kaynakları ya da iklimle ilgili kaynakları kriz anında nasıl kullanacağımız konusunda yerinde davranışlar ortaya koyamıyoruz. Bunların her biri planlama ve farkındalık gerektiriyor. Bir kere kenti nereye kurduğumuz önemli. Sonra eski yerlerini değiştirmek üzere pek fazla şey yapamıyoruz ama var olan ve ihtiyaç duyulan kısımlarda restorasyon yapabilmek, yeni gelişme ve yeni büyüme alanlarındaki bölgenin iklimini, ekolojik koşullarını, topoğrafyasını, coğrafi konumunu dikkate alınarak toplam kaliteyi ortaya çıkaracak bir şehir planlaması yapmak gerekiyor. Bugün yaşadığımız pandeminin dahi dayandığı nokta kentlerin büyümesiyle doğal alanlara kadar ulaşması ve doğal alanlardaki hayvanlarda bulunan virüslerin ve bizim temas noktalarımızla iç içe geçerek bizim bağışık olmadığımız virüslerle karşılaşma riskimizin olmasıdır.”
“Gezegenimizi bir metabolizma gibi düşünün”
2005 yılından itibaren bu süreçle daha yoğun olarak ilgilenmeye başladığını ifade eden Prof. Dr. Türe, o dönemde devletler bazında karbon elektriği, kentler, endüstriyel kuruluşlar gibi hususların ekonomik anlamda maliyetler getireceği düşüncesiyle sıcak bakılmadığını ifade ettikten sonra:
“Dünya kamuoyunda da böyle bir şey vardı. “Böyle bir şey gerçek mi, değil mi?” sorusu ön plana çıkıyordu ama bilimin tek bir yanıtı vardır: “Bu konunun varlığı atmosferdeki karbondioksit ya da sera gazlarının miktarını yıllara göre ölçülüp hesaplanmasıyla kanıtlandı. Buna bağlı olarak da küresel ısınma dediğimiz sürecin varlığının bu etkenlere paralel olarak devam ettiği ortaya koyuldu. Etkilerini yaşamaya başladık. Her zaman olduğu gibi elimizi, yanmadan sobadan uzaklaştırmıyoruz. Ekonomik ve sosyal olarak etkileri görmeye başlayınca bunlar daha önemli hâle gelmeye başlıyor. Sağlık anlamında bedende ya da koşullar içerisinde gerektiği için tolere ediyorlardı ama şimdi bu yaşanan sorunların yaşam kalitesini ve ekonomik olarak varlıkları tehdit etmeye başlamasıyla biraz daha önemli hâle geldi. Önce kanaat önderleri düzeyinde bu süreçler ortaya çıkmaya başladı. Birtakım STK’lar, bilim kuruluşları ve daha sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı bünyelerinde ortaya çıkan oluşumlar, meteoroloji kurumu bu sürece önderlik etmeye başladı ve uluslararası anlaşmalar da bu durumu gündeme getirdi. Bir yandan artık günlük yaşamımızı da etkilemeye başladığını gördük. 100 yıllık süreçte bir buçuk derecelik bir değişiklikten bahsediyoruz. Bir buçuk dereceyi duyunca insanlarımız; “Bir buçuk derece çok küçük bir miktar. Bu bir buçuk derecede hayatımızda ne olacak?” diye düşünüyorlar ama öyle değil. Gezegenimizi bir metabolizma gibi düşündüğümüzde durumun ciddiyetini kavramak daha kolay olacak. Nasıl ki bizim vücut sıcaklığımız 37 buçuk dereceden, 39 dereceye çıktığında çok fazla iyiyim diyemiyor ve bir nöbet geçiriyor; okulunuza, işinize gidemiyorsanız gezegende de bu tür sorunlar ortaya çıkıyor. O bir buçuk derece, şu anda gördüğünüz olayları bize yaşatmaya başladı. Bunun iki, iki buçuk, üç ve hatta dört derecelik senaryolarının neler olabileceği konusunda da öngörüler var. Yaşamımızı giderek daha da güçleştirecek, ekonomik maliyetleri ve bedelleri çok yüksek olacak. Özellikle bizler için en stratejik durumda olan konu ise iklim değişikliğinin su kaynaklarımıza olan etkileridir”
Yaşamak için suya ihtiyacımız olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Türe şöyle devam etti:
“Üç stratejik ürünümüz var; su, hava ve gıda. Susuzluğa 3 gün, havasızlığa 3 dakika, açlığa 15-20 gün ancak dayanabiliyoruz. İklim değişikliği bunları bozmaya başladığı için öncelikle üretimin düşmesiyle birlikte hayat pahalılığı olarak ve belli bir süre sonra daha farklı boyutta kendi bedeninizde hastalıklar olarak karşımıza çıkacak. Çünkü iklim değişikliği, sağlık üzerinde de büyük etkilere sahip. Sadece bedensel sağlığımızda bozulmalara sebep olmakla kalmıyor; haşere dediğimiz böceklerin, pek çok zararlı mikroorganizmanın yayılmasına sebep da oluyor. Polenlerin 3 ay sürecek olan çiçeklenme dönemi 6 aya çıkıyor, erken başlıyor. Alerjik reaksiyonlar gibi sorunlar yaşıyoruz ve bu daha önemli bir durum. Su baskınları nedeniyle kanalizasyonlardan kemirgenlerin dışarı çıkması ve bu kemirgenlerin taşıdıkları hastalıklar söz konusu. Bunların tümü, iklim değişikliği nedeniyle ekosistem sağlığı açısından da büyük sorunlar yaratıyor. Biz bunları artık birebir gündelik yaşamımızda görmeye başladık. İlla kendi ülkemizde olması gerekmiyor; iletişim çağında yaşıyoruz bu sürecin farklı ülkelerde olduğunu da görüyoruz ve artık ülkelerin birbirlerine çok bağlı ve birbirinden etkilenebilir olduğunu ve Çin’de çıkan hastalığın dünyayı ne hâle getirdiğini de gördük.
“Havayı Çin ya da bir başka ülke kirletiyor ama zararlarını beraber yaşıyoruz”
Şimdi insanlar artık çevre kirliliği ya da iklim değişikliği konusunda hemfikir olmaya başladılar. Olayların insanlara dokunmaya başlamasıyla ve zararlarını yaşamaya başlamalarıyla insanların bu konuya biraz daha kulak kabarttığını görebiliyoruz. Bu güzel bir gelişme. Bizler de bu gelişmeler için gerek akademik anlamda gerek sosyal sorumluluk anlamında değişik ortamlarda konuları dile getirerek farkındalık yaratmaya çalışıyoruz. Belki de en fazla dile getirilmesi gereken yerler iletişim, televizyon ve medya ortamı”
Pandemi ve diğer salgınların, iklim değişikliği ile arasındaki ilişkiye de değinen Prof. Dr. Türe: “Biz, bugüne kadar bir takım şeyleri “Hastalık”, “Salgın” gibi adlandırıyorduk ama şimdi “Tek sağlık kavramı” devreye girdi. Tek sağlık; gezegenin sağlığı. Gezegen sağlıklı değilse, her şey aşağı doğru sağlıksızlaşarak gidiyor. Sağlıklı bitkiler, sağlıklı hayvanlar, sağlıklı sulak alanlar, sağlıklı kentler ve sağlıklı inşam; biz sağlığı bugüne kadar hep hastalanmış bir insanın iyileştirilmesi, sağlığına kavuşması biçiminde algıladık. Oysa sadece insan ve onun yakın çevresinde gerçekleştirilen, sağlıkla ilgili politikaların ve uygulamaların sürdürülebilir olmadığı, esas kaynağından bu süreci yönetmek gerektiği ağırlık basıyor. Bizim açımızdan medikal sağlığın yanında; iyi hâli, refahı ifade eden sağlıklı olma hali de söz konusu. Yani çevremizde yaşayan hayvanlar, bitkiler, su kaynakları, atmosfer, hava ve gıda sağlıksızsa siz insan üzerinde bir sağlık uygulaması yaparak o bireyi kurtarırsınız ama süreç değişik boyutlarıyla devam eder”
“Hastalanmasınlar hekimliği’ ile ‘tedavi edelim hekimliği’nin birbirinden ayrı olarak yönetilmesi gerekiyor”
Ekosistem sağlığının tüm doğayı ilgilendirdiğini ifade eden Prof. Dr. Türe:
“Tek sağlık dediğimiz ekosistem sağlığının altında bitki, hayvan sağlığı, insan sağlığı ve ekosistemdeki toprak, hava gibi cansız unsurların sağlığı dikkat çekiyor. Bu, doğru yönetilmediğinde sonuçlarını bir insanı hasta olarak gördüğümüz zamanki sağlıksızlık koşulu olarak görürüz. Artık yaşadığımız koşulların sağlığını da yönetmek zorundayız. Yani aslında bir kent doktorluğu, bir doğal alan doktorluğu yapıyor hâle gelmemiz gerekiyor. Bunları yapmadığımızda insanlar sürekli hastalanır. Koruyucu hekimlik yani ‘hastalanmasınlar hekimliği’ ile ‘tedavi edelim hekimliği’nin birbirinden ayrı yönetilmesi gerekiyor. O yüzden bu tek sağlık uygulaması aslında hasta yaratmamaya yönelik bir şey. Enerji tüketimi, atık üretme ve bir doğal arazi parçasını kaplayıp yapaylaştırma olarak kentlerin çevresel etkileri çok yüksek” ifadelerini kullandı.
“Ekolojik vatandaşlık bilinci oluşturalım”
Türe: “Pandemi süreçlerinde insanlara bol bol ellerini yıkamalarını tavsiye ettik ama o dönemde bir kuraklık dönemi yaşıyorduk. Kuraklık şimdi de mevcut ve suya çok ihtiyacımız olduğu bir salgın dönemi yaşıyoruz. Bununla ilgili bir eylem planımız yok. Ben bir yazımda; ‘Musluklarınızı çeyrek açın’ diye yazmıştım. 20 saniye elimizi yıkayalım diyoruz ama su kaynaklarımız ne olacak? Suya ihtiyacımız var ama kaynağımız yeterli değil. İşte bunların tümü, tek sağlık dediğimiz doğru düzgün bir ekosistem oluşturmak ile ilgili bir süreç. Bunların tümü birbirine bağlı ve ekosistemdeki her bir olay domino etkisi yaratır. Eğer yıkarsanız zincirleme olarak hep birbirine dokunarak gezegendeki tüm olayları iç içe kapsayacak şekilde insan sağlığına, refahına ve bireyin gelişmesine, yaşamasına, neslini devam ettirmesine ve gelecek kuşaklara da yeterince ekosistem servisleri bırakılamaması gibi bir tehdide neden olacaktır. Üretirken, tüketirken ve yaşarken her türlü koşulda mutlaka ekosistemi, çevreyi ve yarattığımız çevresel etkinin ne olabileceğine dikkat ederek yaşayalım. Ekosistemin sağlığını bozmamak ya da meydana gelen hasarlarını onarmak konusunda hepimizin tutum ve davranış değişikliği yaparak katkı sağlayacağı bir yönü var. Bu yönü keşfederek en azından bu noktada gelecek nesillere katkı sağlayacak şekilde bir ekolojik vatandaşlık bilincinin oluşumuna katkı sağlayalım. Doğuştan var olan ekolojik zekamıza ve ekolojik vicdanımıza biraz kulak verirsek ekolojik vatandaş olmak için bize her türlü duyguyu yaşatacak ve bizim bu yönde ekosisteme katkı sağlamamıza yardımcı olacaktır.”
'
Gönderen: journal